Bugun...

KAPADOKYA'DA GÜLŞEHİR

Derleyen: Arkeolog Mustafa Boncukcu

 

 

GÜLŞEHİR VE KAPADOKYA'NIN TARİHÇESİ

 

Gülşehir’in Coğrafyası

 

Gülşehir, İç Anadolu bölgesinde yer alan Nevşehir iline bağlı, 958 km. kare yüzölçümü olan bir ilçedir. 10 mahalle ve 31 köye sahip ilçenin kırsal özellik gösteren nüfusu, 2019 yılı verilerine göre 21.771 kişidir. Karasal kurak iklimin hüküm sürdüğü ilçe toprakları, bozkır bitki örtüsüne sahip ve orman bakımından çok zayıftır. Sanayi olmadığı için ekonomisi genelde kıraç tarıma ve hayvancılığa dayalıdır. Kızılırmak, ortasından geçtiği ilçe arazisini iki bölüme ayırır. Kuzey bölümü alçak dağ ve tepelerle çevrilmiştir. Hırka dağı 1680 m. rakımla ilçenin en yüksek noktasıdır. Batıya doğru gittikçe alçak düzlükler oluşur. İlçenin güney bölümünde volkanik tüflerin oluşturduğu plato, batıya doğru yerini ovalara bırakır.

 

950 m. rakımlı ilçe merkezi, doğu sınırına yakın kesimdedir ve il merkezine uzaklığı 16 km.dir. Merkez mahalleleri: Açıksaray, Cumhuriyet, Çalışanlar, Çayır, 400 Evler, Fatih, Karacaşar, Karavezir, Oruçreis, Tuzköy. Köyleri: Abuşağı, Alemli, Alkan, Bölükören, Civelek, Dadağı, Eğrikuyu, Gülpınar, Emmiler, Eskiyaylacık, Fakuşağı, Gökçetoprak, Gümüşkent, Gümüşyazı, Hacıhalilli, Hacılar, Hamzalı, Karahöyük, Kızılkaya, Oğulkaya, Ovaören, Şahinler, Terlemez, Yakatarla, Yalıntaş, Yamalı, Yeniyaylacık, Yeşilli, Yeşilöz, Yeşilyurt, Yüksekli. Mezraları: Ahmetören, Hacıosman.

 

Gülşehir’in Tarihçesi

 

İlçe tarihi üzerine yapılmış bilimsel inceleme ve araştırma yok denecek kadar az olduğu için, Gülşehir’in geçmişi derli toplu açığa çıkarılamamıştır. Günümüzde, ilçemizin erken tarihini ortaya koyacak iki önemli bilimsel çalışma yapılmaktadır. Bu çalışmalardan arkeolojik kazı ve yüzey araştırmasını Gazi Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölüm Başkanı Prof. Dr. S. Yücel Şenyurt, paleontolojik kazı ve yüzey araştırmasını da yine aynı bölümde öğretim üyesi olan Paleontolog Doç. Dr. Okşan Başoğlu gerçekleştirmektedir. Bu değerli bilim adamlarına verilecek desteklerle, üzerinde yaşadığımız toprakların en erken döneminin aydınlığa kavuşması sağlanmış olacaktır. Böylece, bilgi ve veri eksikliğinden dolayı baştan sona ele alınamayan ilçe tarihimiz kesintisiz şekilde yazılabilecektir. Aslında Gülşehir’in tarihini, içinde konumlandığı antik bir bölge olan Kapadokya’nın tarihi ile birlikte bölgesel olarak değerlendirmek daha doğru olur.

 

Kapadokya

 

Tarihini bire bir etkileyen Kapadokya coğrafyası, çağlar boyunca insan yaşamına uygun ortamı ile İç Anadolu’da özgün bir yere sahiptir. Kapadokya, III. ve IV. Jeolojik zamanın başlarında Erciyes ve Hasan Dağı başta olmak üzere Melendiz, Göllüdağ, Keçiboyduran, Erkilet, Seksenveren, Tekkedağ, Hoduldağ, Kızılçın ve Acıgöl gibi yüzlerce volkanın püskürttüğü lav ve tüflerden oluşmuştur. Volkanların faaliyetleri, 10 milyon yıl önceden başlayıp 10 bin yıl öncesine kadar sürmüştür.

 

Hemşerimiz Gazi Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü öğretim üyesi Paleontolog Doç. Dr. Okşan Başoğlu tarafından Gülşehir Yeniyaylacık ve Ürgüp Sofular köylerinde yapılan bilimsel araştırmalarda 9 ila 10 milyon yıl öncesine ait at, sığır, sırtlan, gergedan, fil, zürafa ve domuz fosilleri bulunmuştur.

 

Günümüzden 2 milyon yıl öncesinden 10 bin yıl öncesine kadarki Eski Taş Devri izlerine, Niğde Göllüdağ-Kaletepe mevkiinde, Ürgüp Damsa vadisindeki Avladağı eteklerinde, Tuz gölü yakınında Şereflikoçhisar’da, Kayseri Soğanlıdere vadisinde, Barsık köyünde ve Aksaray Güzelyurt yakınında rastlanmıştır. Kapadokya’nın hemen hemen her köşesinde ortaya çıkan bu döneme ait eserlerin ilçemizde görülmemesinin nedeni, bilimsel araştırma yapılmayışından veya buluntulara tesadüf edilmeyişindendir.

 

Kapadokya bölgesi, Yeni Taş Devri (MÖ 8000/5500) yerleşmeleri açısından oldukça zengindir. Bilim adamları Aksaray’da Acıyar, Aşıklıhöyük, Musular, Nenezi, Yellibelen mevki, Sırçantepe, İninönü, Değirmenözü, Sapmazköy; Niğde’de Boğazköy, Güllüce, Bozdağ, Bitlikeler, Çiftlik, Kayırlı, Ekinlik-İlbiz, Göllüdağ-Kaletepe, Mahmutsekisi, Kayaardı tepesi, Köşkhöyük, Tepebağları, Bor-Pınarbaşı; Nevşehir’de Acıgöl, Kaleiçi, Güneydağ, Avladağı, Hasanlar, İğdeliçeşme; Kayseri’de Hacıbeyli, Dededağ, Toparınpınar, İncesu-Kumtepe’de bu döneme ait eserler bulmuşlardır. İlçemizde de bu devire ait pek çok höyük olduğu tahmin edilmektedir.

 

Bakır Taş Devrindeki (MÖ 6. bin yılı ortalarından 3000’lere kadar) Kapadokya yerleşimleri, önceki devrin devamı olan Niğde-Çiftlik’teki Tepecik höyüğü, Niğde-Tepebağları, Bor-Pınarbaşı ve Köşkhöyük’ten başka Aksaray’da Gelveri, Güvercinkaya, Sapmazköy-Yassıören; Hacıbektaş’ta Külüntepe, Paşalı; Gülşehir’de Civelek mağarası; Niğde’de Kabakulak ve Kayseri’de Fraktin, İkitepe, Çayır yerleşimleridir.

 

Erken Tunç Çağına (MÖ 3000-2000) tarihlenen yerleşmeler arasında Hacıbektaş-Sulucakarahöyük, Avanos-Sarılar beldesindeki Zankhöyük, Aksaray-Gökçeköy’deki Güvercinkaya, Aksaray-Yeşilova köyündeki Acemhöyük ve Kayseri’deki Kültepe sayılabilir. Topaklı höyüğünde yapılan bilimsel kazılarda da Erken Tunç Çağından Bizans’a kadar gelen buluntular ele geçmiştir.

 

Anadolu’nun tarihi çağları Kapadokya tabletleri ile başlamıştır. Yazı ilk defa Anadolu’da Kapadokya’da kullanılmıştır. Kayseri’deki Kültepe höyüğünde (Kaniş-Karum) Asur ticaret kolonilerinden kalan, eski Asurca çivi yazısı ile yazılmış tabletler, bize çok önemli bilgiler vermiştir. Bu döneme ait Kapadokya’da bulunan şehirlerden bazıları Kummanni, Nahita, Tuwanuwa, Tunna ve Hupisna’dır.

 

Orta Tunç Çağında (MÖ 2000-1550) Kapadokya’da kurulmuş olan Hitit devleti, Anadolu’daki ilk siyasi birliktir. Hititler, Anadolu’nun yerlisi olan Hatti, Luvi ve Palalardan başka, Hurri halkları üzerinde egemen olmuşlardır.

 

Geç Tunç Çağında (MÖ 1550-1200) Hitit Devleti genişlemiş, bir imparatorluğa dönüşmüştür. Batı ucu Ege denizine dayanmış, güneyde şimdiki Suriye ve Akdeniz’e, doğuda Murat ve Dicle’nin kollarına kadar varmıştır. Hitit İmparatorluğu bu dönemde eski dünyanın iki süper devletinden biri olmuştur. Hititler zamanında “aşağı ülke” olarak adlandırılmış olan Kapadokya, merkezi konumda kalmıştır. Bölgede Hitit Devletine ait büyük merkezler, yapılan bilimsel kazıların az olmasından dolayı yeterince aydınlığa kavuşturulamamıştır.

 

Hititlerin yıkılması ile Anadolu, Demir Devrine (MÖ 13. yüzyıl-4. yüzyıl) girmiştir. Bu dönemde kültür birliği son bulup, güneyde Geç Hitit Beylikleri ortaya çıkmıştır. Kapadokya’da da Tabal adında bir Geç Hitit Beyliği kurulmuştur. Nevşehir, Niğde, Aksaray illeri ile Kayseri’nin güney kesimlerini kapsayan Tabal Beyliği, doğuda Sivas-Gürün’e kadar uzanmıştır. Nevşehir ve Kayseri civarında bulunan 11 adet Luvi hiyeroglif kaya yazıtlarından (Sivasa, Topada, Kululu, Sultanhanı vs.) Tabal Beyliğinin geniş bir bölgede hüküm sürdüğü anlaşılmaktadır. MÖ 9. yüzyılın ortalarından 8. yüzyılın sonlarına kadar devam eden Tabal Beyliğini Asurlular ve Kimmerler yıkmışlardır.

 

MÖ 7. yüzyılda Kapadokya, Medlerin eline geçmiştir. Egemenlik MÖ 550 yılında Pers-Ahameniş sülalesine geçince, Anadolu satraplıklara bölünmüş, Kapadokya da Kızılırmak’tan Fırat’a, Karadeniz’den Toroslara kadar uzanan en büyük satraplık olmuştur. MÖ 4. yüzyılda Kapadokya satraplığı ikiye bölünmüş, kuzeydekine Pontos adı verilmiştir.

 

Büyük İskender’den sonra MÖ 301’de Ariarathes’in idaresi altında isyan eden Kapadokyalılar, bir krallık kurarak bağımsızlıklarına kavuşmuşlardır.  Hemen hemen 300 yıl hüküm süren Kapadokya Krallığı, son kral Arkhelaos’un ölümüyle birlikte, MS 17 yılında bir Roma eyaleti haline getirilmiştir.

 

Romalılar döneminde pek çok defa Galatya ve Armenya eyaletleri ile birleştirilip ayrılan Kapadokya eyaleti, 395 yılında Roma’nın ikiye bölünmesinden sonra, imparatorluğun doğu yarısında kalmıştır. İlçemizdeki Hozankaya ve Açıksaray’ın Döllük mevkiinde yaygın olarak bulunan kaya mezarlarının Roma döneminden kalmış olduğu tahmin edilmektedir.

 

Bizans döneminde ülkenin doğu sınırında kalan Kapadokya, 5. ve 6. yüzyıllarda Sasaniler ve İsauralıların saldırılarından çok zarar görmüştür. Kapadokyalı Mavrikios, 582-602 yılları arasında Bizans imparatoru olmuştur. Bu imparator döneminde Sasanilerle iyi ilişkiler kurulmaya başlanmıştır. 646 yılında bu kez de Arap saldırıları başlamıştır. İlçemizdeki Açıksaray ören yerinin kaya kiliseleri çoğunlukla Erken Bizans döneminden kalmadır.

 

8. ve 9. yüzyıllarda sürekli savaşlarla Kapadokya şehirlerinin sık sık Bizans ve Araplar arasında el değiştirmesi sonucunda ve ayrıca ikonoklazm (putkırıcılık) uygulamasından dolayı bölge bir süre gerileme dönemi yaşamıştır. Ancak ikonoklazmın ortadan kalkması ve Arap akınlarının durdurulmasıyla 9. yüzyılın ortalarından 1071 yılına kadar bölgede güvenlik sağlanabilmiş, bu dönemde büyük bir kültürel gelişme olmuştur. Böylece Kapadokya bu süreçte altın dönemini yaşamış, günümüze kadar gelen kaya kiliselerinin ve bezemelerinin çoğu bu zamanda yapılmıştır. 1071 yılında Malazgirt zaferi sonucunda, Anadolu gibi Kapadokya kapısı da Türklere açılmıştır.

 

12. yüzyıldan 15. yüzyıla kadar Kapadokya bölgesi, Bizans, Büyük Selçuklu, Danişmentliler, Kilikya Ermeni Krallığı, Anadolu Selçukluları, İlhanlılar, Eretna Beyliği, Kadı Burhanettin Devleti ve Karamanoğulları tarafından ara ara ele geçirilmiş ve son olarak Fatih Sultan Mehmet zamanında tamamen Osmanlıların yönetimine girmiştir. Osmanlı Devletinde yol güzergahlarının değişmesi dolayısıyla ıssızda kalan ilimiz ve ilçemiz, 18. yüzyılda hemşeri sadrazamlarımız sayesinde altın çağlarını yaşamıştır.

 

Kapadokya tarihini bu şekilde kısaca anlattıktan sonra, bu süreç içerisinde Gülşehir’in tarihteki seyri kendiliğinden ortaya çıkmış bulunmaktadır. Günümüze kalan eserlerden ve arkeolojik buluntulardan yola çıkarak, ilçemizin tarihçesini şöyle irdeleyebiliriz:

 

Gülşehir

 

İnsan oğlu ortaya çıkmadan önce ilçemizde yaşayan canlılardan olan zürafa, gergedan, domuz, fil, at, sığır ve sırtlan gibi hayvanların fosil kalıntıları, Yeniyaylacık köyünde Paleontolog Doç. Dr. Okşan Başoğlu tarafından yapılan bilimsel kazılarda ele geçmiştir. Bu hayvanlar, günümüzden yaklaşık 10 milyon yıl önce bu topraklarda yaşamışlardır. O dönemde Kapadokya’daki volkanik faaliyetler yeni başlamış durumdaydı. Bunun kanıtı olarak, Fransız bilim adamları tarafından Karacaşar’da bulunan 9,2 milyon yıllık gergedan fosilini verebiliriz. Bir volkan atımı sırasında, sıcaklığı 500 dereceye ulaşan lavlardan kaçamayan bu gergedan, lavlarla birlikte soğuyup katılaşarak, volkanik kayaların içinde fosil haline gelmiştir. Akdeniz bölgesinde sık bulunan gergedan ve diğer hayvan fosillerinin ilçemizde ele geçmesi, milyonlarca yıl önce iklimimizin Akdeniz tipi olduğunu göstermektedir.

 

İnsanların 2 milyon yıl önce ortaya çıkışından 10 bin yıl öncesine kadarki Buzul Çağlarının hüküm sürdüğü devirde avcı-toplayıcı toplulukların izlerine, yakın çevresinin aksine ilçemizde rastlanmamıştır.

 

İlçemiz sınırları içerisinde en erken insan izleri Ovaören’de olmalıdır. Bilimsel kazı yapan Arkeolog Prof. Dr. S. Yücel Şenyurt, Ovaören’deki Yassıhöyük ve Topakhöyük arkeolojik yerleşimlerinin MÖ 8 bin ila 5500 yılları arasına tarihlenen Yeni Taş Devrine kadar uzanabileceğini ifade etmiştir.

 

Şimdiye kadar yapılan kazı çalışmalarında ele geçen arkeolojik buluntular, Civelek mağarası ile Ovaören’deki yerleşimlerin Bakır Taş Devrine kadar gittiğini göstermiştir. İlçemizde MÖ 5500 ve 3000 yılları arasındaki bu devire tarihlenebilecek daha pek çok höyük vardır.

 

Tunç Devrinde (MÖ 3. ve 2. bin) önemli merkezlerden olan Ovaören höyükleri çok yoğun şekilde yerleşilmiştir. Özellikle Yassıhöyük yerleşiminin, Geç Tunç Çağında (MÖ 1550-1200) Hitit İmparatorluğunun önemli merkezlerinden biri olduğu, yapılan kazı çalışmalarıyla ortaya çıkmıştır. İlçemizde burası gibi pek çok höyük bulunmaktadır. Bu höyüklerimize örnek olarak, Yeşilöz Kalehöyük, Gümüşkent Kalehöyük, Dadağı höyüğü, Araplı höyüğü, Pınarbaşı Beyyurdu höyüğü, Karacaşar höyüğünü sayabiliriz. Büyüklü küçüklü pek çok höyüğümüzün önemi anlaşılamadığından, maalesef bazısı kaçak kazılarla, bazısı tarımsal faaliyetlerle tahrip edilip yok olmasına sebebiyet verilmektedir.

 

Hitit İmparatorluğunun yıkılmasıyla Demir Devrinde  (MÖ 13. yüzyıl-4. yüzyıl) Geç Hitit Beylikleri ortaya çıkarken, Kapadokya’da da Tabal Beyliği kurulmuştur. Bu dönemde Ovaören Yassıhöyük’ün, Nevşehir, Niğde, Aksaray ve Kayseri’yi kapsayan Tabal Beyliğinin başkenti olduğu tahmin edilmektedir. MÖ 9. yüzyılın ortalarından 8. yüzyılın sonlarına kadar devam eden Tabal Beyliğinin günümüze kalmış 11 adet Luvice hiyeroglif kaya yazıtlarından biri de Gökçetoprak (Sivasa) köyümüzdedir.

 

Avanos yönündeki Çeç tümülüsü gibi Hırka dağında varlığı bilinen birkaç tümülüsün Kapadokya Krallığı döneminden ve kraliyet ailesine ait olduğu tahmin edilmektedir. Yine aynı krallık zamanında yapılmış bulunan Gökçetoprak’taki Zeus Stratios (Ordu Koruyan) kaya kabartması ilçemizdeki önemli arkeolojik eserlerdendir.

 

Açıksaray Döllük ve Hozankaya mevkiinde Roma döneminden kalma kaya mezarlarına sıkça rastlanmaktadır. Bizans dönemi kaya kiliseleri de, yine Açıksaray başta olmak üzere ilçenin her yanında göze çarpmaktadır. Gülşehir’in Antik Çağda yoğun bir nüfusa sahip olduğu, en fazla o dönemde kullanılmış olan kayadan oyma mekan ve günümüze kalmış mezarlardan anlaşılmaktadır. Yüzyıllardır kullanılan kaya mekanları, sonradan yapılan eklemelerle gittikçe genişlemiş, büyümüş ve yer altı kentleri vasfını almıştır. İlçemizde tarih öncesinden beri ikamet edilen, ancak özellikle Bizans döneminde son şeklini alan yer altı kentleri oldukça fazladır. Açıksaray, Hozankaya, Gökçetoprak, Ovaören’de Kemer ve Filikören, Gümüşkent, Yüksekli, Kızılkatma, Büyükkale, Küçükkale ve Kepez bunlardan başlıcalarıdır.

 

Açıksaray’da bir kaya cami ile Kızılkaya ve Tuzköy’de birer cami Selçuklu döneminden kalmıştır. Osmanlı döneminden ise, Karavezir Seyit Mehmet Paşanın yaptırdığı külliyeden başka eser yoktur. Geleneksel sivil taş mimari örnekleri, kültürel korumacılık bilincinin bulunmayışından dolayı, bazı köyleri hariç ilçede hemen hemen yok olmak üzeredir.

 

Osmanlı kayıtlarında ilk defa 1584 yılında bir köy olarak anılan Arapsun, 1779 yılında Karavezir Seyit Mehmet Paşa tarafından Nevşehir’e bağlı kaza merkezi haline getirilmiştir. 1892 yılından Osmanlının yıkılışına kadar Arapsun’u, Niğde sancağına bağlı bir kaza merkezi olarak görüyoruz. Cumhuriyetin başında 10 yıl il olan Aksaray’ın kazası yapılan Arapsun, 1933 yılında yeniden Niğde iline bağlanmıştır. Arapsun adı 1948 yılında bir kanunla Gülşehir’e çevrilen ilçemiz, 1954 yılından itibaren il yapılan Nevşehir’e bağlı kala gelmiştir.

 

Gülşehir ve Köylerinin Eski İsimleri

 

Yerleşim yerlerinin eski adları, orasının geçmişi hakkında bilgi veren en önemli kanıtlardandır. Bu açıdan bakarsak, Gülşehir, Gökçetoprak, Ovaören ve Gümüşkent’in eski adlarının Luvice’den geldiği düşünülürse, bilinen tarihlerinin en azından günümüzden 4000 yıl öncesine dayandığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Zaten eski adları yaşayan yerleşim yerlerinin geçmişten gelen eser ve kalıntılarının halen mevcut olduğu gözle görülmektedir. Ancak geçmişteki adları unutulup, daha sonraki dönemde başka şekilde adlandırılan eski yerleşim yerleri de vardır. Aşağıda sadece eski adları bilinen yerleşim yerlerinin listesi verilmiştir.

 

Gülşehir: Gülşehir’in bilinen eski adı Arapsun’dur. Ancak şehrimizden tarihte ilk kez, İskenderiyeli coğrafyacı Batlamyus’un eserinde Kapadokya kentlerinden Zoropassos adıyla bahsedilmektedir. Eski Yunanca söyleyişle Zoropassos olarak MS 2. yüzyılda kayda geçen bu adın, daha sonraki dönemlerde Yarabissos/Arabissos şeklinde evrilerek, Yarabisun/Arabison diye değiştiğini görüyoruz. 19. yüzyılda, Arkeolog W. M. Ramsay tarafından “Yarapson” olarak bahsedilen şehrimiz, coğrafyacı H. Kiepert’in haritasında “Arebsun/Yarapison” şeklinde verilmiştir. Osmanlı kayıtlarında Arapsun diye geçen ad, günümüzde de hala kullanılmaktadır.

 

İlçemize Gülşehir adının verilmesine dair üç rivayet vardır: Birinci rivayet, Karavezir Seyit Mehmet Paşanın, kalkındırıp kaza haline getirdiği Arapsun’a Gülşehir adını verdiği şeklindedir. İkinci rivayete göre, Gülşehir adını Ahi Evran koymuştur. Üçüncü rivayette ise Gülşehir adı, Alaaddin Keykubat tarafından konulmuştur. Son rivayetin gerçekliği, Şeyh Ahmet Gülşehri’nin mahlasının bir dayanak noktası olması hasebiyle ağır basmaktadır.

 

Karavezir Seyit Mehmet Paşa, 18. yüzyılda hala Arapsun denilen şehre Alaattin Keykubat tarafından Gülşehir adının konulduğunu biliyor olmalı ki, kaza haline getirdikten sonra bu adı tekrar vermiştir. Ne var ki daha sonraki dönemde bir daha unutulan Gülşehir adı, 1948 yılındaki Bakanlar Kurulu kararıyla resmiyet kazanmıştır.

 

Gümüşkent: Eski adı Salanda’dır. Bu isme dair menkıbede şöyle anlatılır: Türkler Anadolu’yu yurt tutarken, Hacıbektaş taraflarına bir oymak gelmiş. Hünkar, bunlardan birkaç obayı yaylımı bol olan Hırka dağının batı eteklerine göndermiş. Ancak onlar orayı beğendiklerinden bir daha geri dönmemişler. Bunu Hünkar’a söylediklerinde o “Suç onlarda değil, onları oraya salanda!” diye konuşmuş. Böylece o obaların yerleştikleri yer Salanda olarak kalmış. Rivayet böyle olsa bile, Luvice olan ismin orijinali Saluwanda’dır. Anlamı “ışıltılı, parlak (yer)” demektir. Daha sonraki Gümüşkent adı da aynı nedenle verilmiş olmalıdır.

 

Gökçetoprak: Eski adı Sivasa’dır. Luvi dilinden gelme bu adın anlamı “kutsal kent” demektir. Bu kutsallığın yüzyıllar boyunca devam ettiği, köyde bulunan Helenistik dönemden kalma Zeus Stratios kaya kabartması ile 5. yüzyılda yapılmış ve günümüzde yıkılmış olan oktogonal bir kiliseden anlaşılmaktadır.

 

Ovaören: Luvi dilinden gelme eski adı Göstesin’dir.

 

Karacaşar: Karacaşar’ın eski adı, Av. Ali İhsan Açıkgöz'ün yazdığı "Karacaşar Kasabasının Tarihçesi ve Bugünü" adlı kitapta Vestene olarak belirtilmiştir.

 

Tuzköy: Tuzköy’ün eski adı, Güdül ve Hacıbektaş Tuzlası olarak geçmektedir.

 

Gülpınar: Eski adı Kızılköy.

 

Eskiyaylacık: Eski adı Delleratik.

 

Yeniyaylacık: Eski adı Dellercedit.

 

Gümüşyazı: Eski adı Arafa.

 

Oğulkaya: Eski adı Cırıklar.

 

Şahinler: Eski adı Kırıklı.

 

Yakatarla: Eski adı Nernek.

 

Yalıntaş: Eski adı Taşdeller.

 

Yeşilöz: Eski adı Cemel.

 

Yeşilyurt: Eski adı Sığırlı.

 

Yeşilli: Eski adı Kazıklı.

 

Gülşehir’in Doğal ve Kültürel Eserleri

 

Gülşehir ve köylerindeki belli başlı doğal ve tarihi eserler şunlardır:

 

Açıksaray Örenyeri

 

İlçe merkezinin Nevşehir yolu girişinde bulunan Açıksaray öreni, Kapadokya turizminde önemli uğrak yerlerinden biridir. Çat vadisinin devamında çok geniş bir alanı kaplayan kaya oyma mekanları ile özgün bir yere sahiptir. Genelde erken dönem Bizans yerleşimi olarak bilinen bu ören, ismini anıtsal kaya mimarisinin yıkıntı ve kalıntılarından almıştır. İlk çağlardan Selçuklu dönemine kadar yerleşildiği, derenin doğu yakasındaki bir höyükleşme tabakası ile vadinin en sonunda bulunan kaya oyma bir mescitten anlaşılmaktadır.

 

Açıksaray öreninde, tek taş dahi kullanılmadan kaya içerisine oyularak yapılmış onlarca manastır, kilise ve şapel bulunmaktadır. Bunların bir geç dönem kilisesi hariç çoğunlukla fresksiz olmalarıyla ikonoklazm döneminde yapılmış oldukları tahmin edilmektedir. Anıtsal yapıların cephelerinde taş mimari taklit edilmiştir.

 

Açıksaray’ın batı yakasının en son kaya kütlesine geniş şekilde oyulmuş bir mescit, Hacı Bektaşı Veli mescidi olarak adlandırılmaktadır. 8x8 m. ölçüsündeki mescidin girişte sol tarafa düşen güney duvarındaki mihrabın tepeliği, 12 kollu kabartma deniz kabuğu şeklinde yapılmıştır. Alevilikteki 12 imama atıf yapıldığı tahmin edilmektedir. Mescidin diğer kaya oyma mekanlardan daha sonra yapılmış olduğu, kaba işçilikli kazma izlerinden anlaşılmaktadır.

 

Hacı Bektaşı Veli Velayetnamesinde bir menkıbede anlatıldığı üzere, Açıksaray’ın Selçuklu döneminde meskun ve adının da aynı olduğu, ayrıca Hacı Bektaşı Velinin Açıksaray ile ilişkisi ortaya konulmaktadır:

 

“Hacı Bektaş, Açıksaray adlı köye geldi. Köyde bir kadına, ‘Dervişe bir yiyecek var mı? Varsa getiriver!’ dedi. O da ‘Durun!’ dedi. ‘Gideyim, varsa getireyim.’ Kadın, evine geldi. Kaynanasına, ‘Ana!’ dedi. ‘Dervişler yiyecek istiyor. Küpte biraz yağ var. Ekmekle bu yağdan verelim.’ Kaynanası, ‘Yağımız azaldı. Dokunma!’ dedi. Gelini, ‘Tanrı için istiyor. Ben vereceğim.’ deyip, bir ekmek arasına biraz yağ koydu. Götürüp Hünkar'a sundu. Hacı Bektaş, ‘Artsın, eksilmesin! Taşsın, dökülmesin!’ dedi. Gelin eve dönünce bir de gördü ki küp, ağzına kadar yağla dolmuş. Kaynanasını çağırdı, gösterdi. Kadın bu hali görünce, ‘O dervişin sözüyle oldu. Gerçek erenlerdenmiş. Keşke eline ayağına düşüp, himmetini alsaydık. Varayım, köyün çevresini arayayım.’ dedi. Gelinle yola düştü. Kızılırmak kıyısına vardılar. Mevsim ilkbahardı. Kızılırmak coşup taşmıştı. Baktılar ki Hünkar seccadesini suya sermiş, üstüne oturmuş, gidiyor. O, karşıya geçtikten sonra Hırka’ya yöneldi. Gelin ve kaynana köye geldiler, durumu köylülere anlattılar. Köy halkı: ‘Yazıklar olsun! Böyle bir Allah dostu buradan geçti de görmek nasip olmadı. Hayırduasını alamadık.’ dedi. Hepsi birden Kızılırmak kıyısına koştu. Bu hal, Hünkara malum oldu. Hırka dağının tepesindeki bir ardıç ağacının altında onlara dua etti.”

 

Gülşehir’in simgesi durumundaki Mantarkaya peri bacası Açıksaray öreninin doğu yakasında yer almaktadır. Atmosfer şartlarının doğal kayayı şekillendirmesiyle binlerce yılda meydana gelmiş bir oluşum olan Mantarkaya’nın, ince gövdesinde beliren çatlağın alarm verdiği üzere, Açıksaray öreninde yıkılan diğer yapılar gibi, önlem alınmadığı takdirde yok olma sürecine doğru hızla yol aldığı görülmektedir.

 

Mantarkaya’dan itibaren oyulmuş mekanlarla bağlantılı olan ve devasa boyuttaki pencereleri ile anıtsal görünüşlü cephesi bulunan kompleks bir yapı, genel olarak sarayı andırmaktadır. Çok geniş oyulmuş kaya mekanlarının büyük bölümü yıkılmış olduğu halde, bu yapı etkileyiciliğinden hiçbir şey kaybetmemiştir. Diğer yapılardan soyutlanmış haliyle bu önemli yapı, bir kralın veya Açıksaray yerleşiminin yöneticisinin meskeni olmayı hak edecek derecede gösterişlidir. Açıksaray ismini halk, muhtemelen bu büyük saraydan dolayı vermiş olmalıdır.

 

Büyük sarayın biraz ilerisinde büyük bir şırahane bulunmaktadır. Üzüm çiğneme yeri ile üzüm suyunun toplandığı depo, tamamen kayaların oyulması suretiyle yapılmıştır. Bu büyük şırahane, bize bağcılığın eski dönemlerden günümüze miras geldiğini ve Antik Anadolu Coğrafyası adlı eserinde Strabon’un sözünü ettiği “Helen şarabıyla rekabet eden Kapadokya’nın Monarite şarabının” bu şekilde elde edildiğini göstermektedir.

 

Açıksaray’ın tek freskli kilisesi, doğu yakasının güneyinde 10 m. yüksekliğindeki müstakil büyükçe bir kaya bloğuna oyulmuş son yapıdır. Bağlantılı bölümleri bulunan çok katlı kilisenin güney tarafı yıkık durumdadır. Kapadokya’nın geç dönem kiliseleriyle çağdaş olan bu kubbeli kilise, ne yazık ki sütunlarının ve güney tarafının yıkılmasından dolayı doğa ve fresklerinin ise insan tahribine açık olmasıyla tehlike altındadır ve acilen restorasyonunun yapılarak koruma altına alınması gerekmektedir.

 

Açıksaray’ın, Nevşehir yolunun kuzeyine düşen Döllük mevkiinde müstakil kaya bloklarına oyulmuş onlarca Roma kaya mezarı vardır.

 

Büyükkale ve Karşı Kilise (St. Jean Churche)

 

Büyükkale, şehrin güneydoğu bölümünde boydan boya uzanan kaya kütlelerinin içerisine oyulmuş çok katlı yer altı mekanlarıdır. En tepedeki kaya kütlesinin kaleyi andırmasından olacak, halk buraya Büyükkale adını vermiştir. Çok büyük bir alanı kaplayan onlarca galeri ve tüneller içerisinde, Karanlık Çarşı olarak adlandırılan bir galeride, bir dizi odadan başka bir erzak ve bir su kuyusu göze çarpmaktadır. Büyükkale’nin batı-kuzeye doğru devamı olan kaya hattında, günümüzde konutların altında kalmış yer altı mekanları da Küçükkale olarak adlandırılmakta idi.

 

Büyükkale’nin doğu ucunda bir kaya kütlesinin içine oyulmuş Karşı Kilise, Saint Jean Kilisesi olarak nitelendirilmektedir. İki katlı yapının alt katında bir şırahane ile şarap mahzeni bulunmaktadır. Üst kattaki mekanda fresko tekniği uygulanarak, İncil’den alınmış sahneler tasvir edilmiştir. Bu sahnelerde Hz. İsa’nın havarileriyle yediği son yemek, ihanet, vaftiz töreni, iki kutsal şövalye, haçtan indiriliş, mezarlıkta kadınlar, vaftiz olmadan ölen çocukların gittiği yere iniş, Hz. Meryem’in ölümü, cehennemde çocuklar, cehennem ve ruhların tartılması, kıyamette son yargı günü ve cennet resmedilmiştir. Rumca ithaf kitabesine göre kilise, 25 Nisan 1212 tarihinde İznik Rum İmparatoru I. Teodor Laskaris tarafından büyük melekler Mikail ve Cebrail’e adanmıştır.

 

Kepez Yeraltı Kenti

 

Şehir merkezinin içinde yer alan Kepez yer altı kenti, güney kesimde beş katlı bir apartman gibi görülmektedir. Kaya ve toprak altındaki tünel ve galerilerin Pınarbaşı özüne kadar indiği tahmin edilmektedir. Gülşehir’in ilk yerleşiminin nüvesini teşkil eden Kepez yer altı kentinde bilimsel bir araştırma yapılmadığı gibi, turizmin hizmetine sunmak üzere temizlik ve aydınlatma çalışmaları da şimdiye kadar olmamıştır. Bu turizm destinasyonu, Gülşehir’in içinde atıl vaziyette durmaktadır.

 

Civelek Mağarası

 

İlçe merkezine 5 km. mesafedeki Civelek köyünün 2 km. kuzeydoğusunda, Hırka dağının güney eteklerindeki Gürlektepe’de yer alan mağara 1974 yılında keşfedilmiştir. Kalkerli yapıdaki doğal mağaraya, eğimli bir galeriden girilmektedir. Mağara tavanında kalsit kristal sarkıtlar bulunmaktadır. 1993 yılında Nevşehir Müzesi ile İtalyan Ulusal Doğal Mağarabilimcileri Enstitüsünden bir ekibin ortaklaşa yaptıkları araştırmada, fincanlar, çömlekler, ağırşaklar, taş ve kemik aletler ele geçmiştir. Bu buluntular, Bakır Taş Devrine tarihlendirilmiştir. Mağaranın buluntuları Nevşehir Müzesinde sergilenmekte olup, mağara ziyarete kapalıdır.

 

Kızılkatma Kilisesi ve Kurudere Doğal Sit Alanı

 

Kızılkatma Kilisesi, Pınarbaşı vadisindeki Güvercinlik mevkiinde, güneye bakan kayaya oyulmuş bir yapıdır. Anıtsal mimari tarzında bir cephesi vardır. Sahipsiz bu kilise, definecilerce tahrip edilmiştir. Kilisenin yan tarafında şırahane ve mahzen de bulunmaktadır.

 

Pınarbaşı vadisine açılan Kurudere mevkii, dar bir alanda yüzlerce şapkasız peri bacası bulundurmasıyla sanki bir kaya ormanını andırmaktadır. Bu iki derenin birleştiği yerde bazalt taştan şapkası olan ilginç bir peri bacası dikkati çekmektedir.

 

Hozankaya Doğal Sit Alanı

 

Kızılırmak’ın kuzey kıyısında güneye cephe veren kayalıklarda geniş bir alana yayılmış kaya oyma mekanlardan oluşan Hozankaya, Avanos yolu üzerinde ve Gülşehir’e çok yakın mesafededir. Takriben Açıksaray’ın karşısına düşmektedir. Büyük bir peri bacasına ilaveten Roma dönemi kaya mezarlarına da rastlanmaktadır. Hozan sözcüğü mahalli dilde “batmış, terk edilmiş, harap olmuş” anlamına geldiğinden, Hozankaya’nın anlamı da batmış, terk edilmiş, harap kaya şeklindedir.

 

Yüksekli Şapeli

 

Bu şapel, Kapadokya’nın geç dönem kiliseleri ile çağdaş olmalıdır. Çok fazla yıpranmış olan içerisindeki fresklerde geometrik süsler ve hayvan figürleri ile Hz. İsa motifli sahneler bulunmaktadır. Acilen restorasyona ve korunmaya ihtiyaç duymaktadır.

 

Gökçetoprak ve Ovaören

 

Aralarındaki geniş ve verimli ova, Gökçetoprak ve Ovaören köylerinin ilk çağlardan günümüze kadar iskan olmasını sağlamıştır. 2007 yılından beri Gazi Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölüm Başkanı Prof. Dr. S. Yücel Şenyurt tarafından Ovaören’deki Yassıhöyük ve Topakhöyük arkeolojik yerleşimlerinde yapıla gelen bilimsel kazı ve araştırmalarda iskanın ilk çağlara kadar uzandığı saptanmıştır. Gökçetoprak ile Kemer ve Filikören yer altı kentleri de buradaki en eski yerleşimlerdendir. Ayrıca, her iki köyde de halen ayakta duran, yöreye özgü taştan yapılmış geleneksel sivil mimari örnekleri, turizm açısından önemli destinasyondur.

 

Tabal ülkesinin merkezi konumundaki Ovaören, MÖ 9. ve 8. yüzyıllarda önemli bir yerleşim yeriydi. Ovaören ile Gökçetoprak arasında bir kayaya işlenmiş bulunan Luvi hiyeroglif yazıtı, o parlak çağdan bize miras kalmış olsa da defineciler tarafından tahrip edilmeye açık vaziyettedir. Zaman geçtikçe hasara uğrayan yazıtın acilen koruma altına alınması gerekmektedir.

 

Gökçetoprak köyünde Kapadokya Krallığı döneminden kalma dev bir kaya kabartması vardır. Bu dev kabartma Zeus Stratios tapınımı ile ilgilidir. Orduları koruyan tanrı Zeus’a ait bu kabartma, burasının antik dönemde önemli bir dini merkez olduğuna işaret etmektedir. Bu dini merkez olma durumunun eski çağlardan Hıristiyanlık dönemine kadar gelmiş olduğu, köyün Ovaören çıkışında temel yeri hala görülebilen, 5. yüzyılda yapılmış oktogonal bir kilise yapısından anlaşılmaktadır. 20. yüzyılın ortalarına kadar ayakta kalmış olan bu kilise, taşları köyün okul inşaatında kullanılmak üzere maalesef yıkılıp yok edilmiştir.

 

Demetrios Kilisesi

 

İlçenin, mübadeleden önce Rumların oturduğu Çalışanlar Mahallesinde 1902 yılında yöresel bazalt taştan yapılmış olan kilise, Aziz Demetrios’a adanmıştır. Osmanlının son döneminde yapılmış olmasından dolayı dini hoşgörüye bir örnek olması açısından önemlidir. 1924 yılında Rumların göç etmesinden sonra depo olarak kullanılmıştır. Günümüzde boş ve atıl vaziyette, restorasyon yapılarak turizmin hizmetine sunulmayı beklemektedir.

 

Kaya Cami

 

İlçenin Cumhuriyet Mahallesinde Karavezir Seyit Mehmet Paşanın dayısı Aşçıbaşı Süleyman Ağa tarafından yaptırılmış olan bir cami vardır. Kitabesine göre 1715 yılında tamamlanan dikdörtgen planlı yapının bir bölümü, adından da anlaşılacağı üzere kayaya oyulmuş, geri kalanı yöresel andezit taştan inşa edilmiştir. Minaresi ise Kapadokya’ya özgü köşk minare tipindedir. Aynı minare Çayır Mahallesindeki Kütlü Camide de görülür. Köşk minare mimarisinin, kiliselerin çan kulesinden esinlenerek geliştiği anlaşılmaktadır.

 

Karavezir Külliyesi

 

Karavezir Seyit Mehmet Paşa tarafından birer cami, imarethane, mektep, medrese ve hamam ile sekiz çeşme, külliye olarak yaptırılmıştır. Kapısındaki yazıta göre 1779 yılında inşa edilen cami, Osmanlı klasik mimarisine güzel bir örnektir. Kubbe ve üst örtüsünde kurşun kaplama kullanılmış olmasından dolayı Kurşunlu Cami olarak da bilinmektedir. Sarı ve pembe iki renkli yöresel kesme taştan inşa edilen caminin cephelerine büyük kemerlerle hareket verilmiş, kubbe ağırlığı da köşelerdeki payanda kulelerine aktarılmıştır. Kare planlı ana mekanın kubbesi dört büyük kemer ile taşınmaktadır. Aynalı tonozla örtülü kısımda bulunan mihrap yedi köşelidir ve köşelerde mermer sütuncuklar vardır. Mihrap gibi minber ve vaiz kürsüsü de, tezyinat bakımından zengin olan camide dikkat çeken unsurlardandır. İstanbul’dan getirtilen sanatkarların çalıştığı cami barok özellik taşımaktadır. Mimarı Ebubekir Veledi Halil Efendidir.

 

Günümüzde kütüphane olarak kullanılan medrese, yazıtına göre 1780 yılında Karavezir Seyit Mehmet Paşa tarafından yaptırılmıştır. Önü revaklı ve kubbeyle örtülü odaları “L” şeklinde dizilerek, avlusu duvarla çevrilen medresenin yapı taşları, hemen yanındaki cami ile birebir aynıdır. On üç hücresi ve bir dershanesi bulunan medreseyi de, cami mimarının yaptığı tahmin edilmektedir.

 

Karavezir Seyit Mehmet Paşa tarafından 1777 yılında yaptırılan hamam, Çayır Mahallesinde bulunmaktadır. Yöresel andezit taşıyla inşa edilen, üstü iki kubbe ile örtülü hamamın üç bölümü bulunmaktadır. Birkaç kez restore edilen hamam, halen işlevini sürdürmektedir.

 

Karavezir Seyit Mehmet Paşa, şehrin değişik yerlerine sekiz çeşme yaptırmıştır. 5 km. mesafedeki Pınarbaşı mevkiinden künklerle getirilen su, bu çeşmelere dağıtılmıştır. En büyüğü, 1779 yılında Lütfi Ustaya yaptırılmış, cephesi nişli ve anıtsal olan bu Baş Çeşme, Tuzköy yolu iki mezarlık arasında iken, bir ara Kurşunlu Caminin yanına kondurularak, daha sonra Çat yolu Gülşehir çıkışına taşınmıştır.

 

Kızılkaya Kervansaray Cami

 

1293 yılında yapılmış, Selçuklulara ait bir camidir. Orta nefi kubbeli, yan nefleri tonozlu olan caminin mihrabı sade ve dışa çıkıntılıdır. Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından restore edilmiş olan cami, kullanıma açıktır.

 

Tuzköy Alaaddin Cami

 

Tuzköy Mahallesindeki bu cami de Selçuklulardan kalmıştır. Dikdörtgen planlı caminin kalın duvarları ve iki penceresi bulunmaktadır. Minaresi sonradan eklenmiştir. Mihrabın önü kubbeli, iki büyük kaidenin taşıdığı sahınlar yıldız çapraz tonozludur. Planı benzersiz olan caminin Hacı Bektaşı Veli tarafından yaptırıldığı tahmin edilmektedir. Esasen Hacı Bektaş Tuzlası olarak da anıldığı bilinen Tuzköy Tuzlasının, geçmişte Hacı Bektaş Vakfiyesine ait olduğu ileri sürülmektedir. Bundan, cami ve tuzlanın birbiriyle ilişkili olduğu anlaşılmaktadır.

 

Gülşehir’in Tarihi Şahsiyetleri

 

Bizans İmparatoru Kapadokya'daki Arabissos'lu Mavrikios

 

“Kapadokyalı” lakabı olan Bizans İmparatoru Mavrikios’un “Arabissos” şehrinden olduğu bilinmektedir. Kapadokya’da eskiden iki Arabissos bulunmakta idi. Bunlardan biri bizim şehrimiz, diğeri ise Kahramanmaraş’ın Afşin şehri idi. Tarihi süreç içerisinde Gülşehir’in eski adı Arabissos’tan Arapsun’a dönüşürken, Afşin’in eski adı da Efsun/Afşin’e dönüşmüştür. Afşin uzun müddet Kapadokya’nın doğu sınırları içerisinde yer almış, ancak Geç Roma döneminde eyaletin ikiye ayrılarak küçültülmesi sonucu Kapadokya’nın dışında, yeni oluşturulan Armenya eyaleti içinde kalmıştır. Bu nedenle, Kapadokyalı Mavrikios olarak nam salan imparatorun, yaşadığı dönemden 300 yıl kadar önce Kapadokya’dan ayrılan Arabissos’tan (Afşin) değil, Kapadokya’nın merkezindeki Arabissos’tan (Gülşehir) olacağı aşikardır. Onun yaşadığı döneme tarihlenebilecek Açıksaray örenindeki büyük sarayın ona ait olması da büyük ihtimaldir.

 

Mavrikios 539 yılında doğmuş, 27 Kasım 602 tarihinde öldürülmüştür. 582-602 yılları arasında imparator olan Mavrikios, Bizans’ın erken döneminde çok önemli bir hükümdardır.

 

Mavrikios, Bizans ordusunda general olarak pek çok başarı gösterdikten sonra, Bizans İmparatoru Tiberios Konstantinos’un kızı ile evlenmiş, Bizans doğu ordusunun başkomutanlığına getirilmiştir. 582 yılında Tiberios Konstantinos’un ölümü üzerine imparator olan Mavrikios, hükümdarlığı süresince dışarıda Sasaniler, Slavlar ve Avarlarla savaşıp, içeride asker isyanlarıyla uğraşmıştır. 

 

Devlet idaresinde iyileştirme ve düzenlemeler de yapan Mavrikios, bilgili ve cesaretli bir hükümdardır. Strategikon adlı askeri bilimler kitabı bulunmaktadır.

 

Mavrikios, subaylarından Phokas tarafından kışkırtılan askerlerin isyanı sonucunda 602 yılında öldürülmüştür. 

 

Şeyh Ahmet Gülşehri

 

İlçemizin en önemli tarihi şahsiyetlerinden olan Şeyh Ahmet Gülşehri, Türk edebiyatının Anadolu’daki ilk örneklerini vermiş üç şairinden biridir. Diğer ikisi Yunus Emre ve Aşık Paşa’dır. 13. yüzyılın sonu ile 14. yüzyılın başında yaşayan Gülşehri hakkında çok az bilgi günümüze ulaşmıştır. 1250 yılı civarında doğduğu ve 1335 yılında öldüğü tahmin edilmektedir.

 

Anadolu’daki iki ilim merkezinden Konya’da iyi bir eğitim gören Ahmet Gülşehri, Kırşehir’de de uzun yıllar tekke sahibi bir şeyh olarak yaşamıştır. Astronomi, mantık, matematik, felsefe, fıkıh ve tefsirle uğraştığı eserlerinden anlaşılmaktadır. İlhanlı hükümdarı Gazan Han adına yazdığı Farsça mesnevi Felekname meşhurdur. Kuran ve Mevlana’nın Mesnevi’sinin kaynaklık ettiği Felekname’de tasavvuf ve astronomi konuları işlenmiştir. Ahi Evran hakkında önemli bilgiler içeren Keramat-ı Ahi Evran mesnevisini Türkçe yazan Şeyh Ahmet, ayrıca Kuduri’nin El Muhtasar adlı eserini manzum olarak Türkçeye çevirmiştir. Leyla vü Mecnun ve Aruz-ı Gülşehri eserlerinden sonra, İranlı tasavvuf şairi Feridüddin Attar’ın Mantıkut Tayr (Kuş Dili) adlı manzum mesnevisini Şeyh Ahmet Gülşehri, Türkçe ile Farsçadan daha güzel bir eser yazılabileceğini göstermek amacıyla telif etmiştir. Türkçeye tutkunluk derecesinde sahip çıkan Gülşehri, Türkçeyi beyitlerinde övmüş ve Türkçe yazmakla övünmüştür.

 

Bu değerli şair hemşerimizin Kırşehirli olduğuna dair iddialar da vardır. Ancak Kırşehir’de yaşaması, Kırşehirli olduğu anlamına gelmemelidir. Mahlasından da anlaşılacağı üzere Şeyh Ahmet, Gülşehirlidir. Mezarı ise büyük ihtimal, eskiden halk arasında yatır diye bilinen ve çok saygı duyulan, Selçuklu mimarisi tarzındaki orijinali yakın zamanda yıkılıp yerine yenisi yapılan eski mezarlıktaki türbededir.

 

Gülşehri’nin Türkçe ile yazdığı Mantıkut Tayr’dan beyitler:

 

Mantıkut Tayr ki Attar eyledi

Parisice kuş dilini söyledi

Anı Türki suretinde biz dakı

Söyledük Tazi gibi Tanrı hakı

Çün Felekname düzetdük şahvar

Parisice taht u tac u zernigar

Türk dilince dahı Taziden latif

Mantıkut Tayr eyledük ana harif

Ben bu Türki defterin çün dürmeyem

Parisicesiyile denşürmeyem

Kimse bunda yig kitab eylemedi

Kimse böyle tatlu söz söylemedi

 

Hoca Mesut Gülşehri

 

14. yüzyıl tasavvuf şairlerinden mahlası Gülşehirli olan Hoca Mesut da Türkçe eserler vermiştir. Ancak hayatı hakkında yeterince bilgi edinilememektedir. Bu şairimize ait güzel bir şiiri, Av. Ali İhsan Açıkgöz’ün yazdığı Kapadokya’da Geçmişten Bugüne Gülşehir isimli kitaptan alıyoruz:

 

Ecel irse n’ola Çalap emridir

Kişinin sonunda sözü ömrüdür

Ki anınla unudulmaz adı

Dünü gün anar bilişi ve yadı

Ana ölü diyen kişi yanılır

Ki sözü okunur adı anılır

Yetimi görücek yere tepmegil

Ana karşı oğlancığın öpmegil

Saadet nedir Tanrı bahşayişi

Güca görüp anı bulamaz kişi

Çü devlet sana olmaya gökten

Geçürma ana irmeği önden

Ne karınca miskin olup gussa yir

Ne rızkın bulur gücile şir

Eğer ömrün olursa gussa yok

Yılan sokmaya seni geçmeye ok

Ömürde eğer kalmamış ola behir

Hem öldüre tiryak nita ki zehir

 

Karavezir Silahtar Seyit Mehmet Paşa

 

Osmanlı padişahı I. Abdülhamit’in saltanatında, 22 Ağustos 1779-20 Şubat 1781 tarihleri arasında sadrazamlık yapmış olan Silahtar Karavezir Seyit Mehmet Paşa, Gülşehir’in en önemli tarihi şahsiyetidir.

 

Şimdi mahalle olan Karacaşar’da 1735 yılında doğan Seyit Mehmet Paşa, on iki yaşında iken, dayısı sürre emini Aşçıbaşı Süleyman Ağa tarafından İstanbul’a getirilmiş, sarayda helvahane ocağına verilmiştir. Beş yıl sonra dayısının ölümü üzerine zülüflü baltacılar ocağına geçmiştir. Burada eğitimini ilerleten Seyit Mehmet,1761 Aralığında Enderun’daki hazine odasına alınmıştır. Seyit Mehmet, 9 Mart 1762 tarihinde hazine odası ikinci yazıcılığına getirilerek, veliaht Abdülhamit’in kahvecibaşısı olan kardeşi Helvacı Mustafa Ağa tarafından destek görmüştür. I. Abdülhamit 21 Ocak 1774 tarihinde tahta çıkınca, Seyit Mehmet Efendi 20 Şubat 1774 tarihinde has odaya nakledilerek mabeyinci yapılmış, yirmi bir gün sonra hazine kethüdası ve 4 Mart 1775 tarihinde de padişahın silahtarı olmuştur. Padişah üzerinde büyük nüfuzu bulunmuş olan Silahtar Seyit Mehmet Paşa, devlet idaresinde oldukça etkili olmuştur. 22 Ağustos 1779 tarihinde I. Abdülhamit, devlet işlerinin kötü gidişatını durdurmak üzere zeki ve bilgili silahtarını sadrazamlık makamına getirmiştir.

 

Bir buçuk yılı biraz geçen sadrazamlık döneminde Silahtar Mehmet Paşa, önemli reformlara girişmiştir. Bunlardan ilki, devlet giderlerini kısmak amaçlıdır. Her yıl değiştirilen eyalet valilerinin masraflarını ortadan kaldırmak için, onların gerektiği zaman değiştirilmesi kuralını getirmiştir. Merkez idaresinin kalem teşkilatındaki bozuklukları düzeltmek üzere yetenekli memurları görevlendirip, o sırada vezir olan kardeşi Mustafa Paşayı bile nişancılıktan almıştır. Humbaracı ve topçu birliklerin eğitimine önem vermiş ve bu birliklerin Kağıthane’de yaptıkları atış talimlerine bizzat katılarak, başarılı olanları teşvik etmiştir. Bu durumu öğrenen I. Abdülhamit, Seyit Mehmet Paşaya padişahlara mahsus siyah bir tilki kürkü bile hediye etmiştir. Küçük Kaynarca Antlaşmasının Osmanlıya zarar veren iki maddesini değiştirmek üzere Rusya ile anlaşmaya varan Seyit Mehmet Paşa, ayrıca koyun varlığını çoğaltmak için İstanbul’da Hıdrellezden önce kuzu kesme yasağı koymuştur.

 

Genç yaşta hastalanan Karavezir Seyit Mehmet Paşa, 20 Şubat 1781 tarihinde kırk beş yaşında iken ölmüş ve İstanbul Bahçekapı’daki Hamidiye türbesi mezarlığına defnedilmiştir.

 

Gülşehir’in modern banisi olan Karavezir Seyit Mehmet Paşa, kaza merkezi haline getirdiği şehre bir külliye yaptırarak bayındırlığına önem vermiş, nüfusunu artırmak için de Sarılar aşiretini iskan etmiştir. 

 

Derleyen: Arkeolog Mustafa Boncukcu



HABER ARA
ÇOK OKUNAN HABERLER
  • BUGÜN
  • BU HAFTA
  • BU AY
VİDEO GALERİ
FOTO GALERİ
GÜNDEMDEN BAŞLIKLAR
YUKARI