Belkide ilk defa İktisatcı Daran Acemoğlu tanımladı. Ulusların Çöküşü isimli kitabında, " coğrafya kader değildir" deyimini kullandı.
Dünyanın değişik coğrafyalarında Birleşik sınırlarda farklı dünyaların oluştuğunu örnek verdi.
" İşte sınırın bu tarafı Güney, zenginlik, özgürlük ve modern medeni bir yaşam kazanılmış, diğer yakası Kuzey, açlık, fakirlik, yoksulluk ve ilkel bir yaşam, dünyaya kapalı Kuzey Kore.
Hakikaten ilginc bir durum.
Sınırın bu yakası olabildiğince modern bir ulus teşekkül etmiş, diğer yakası felaket bölgesi..
Aynı durum, bizim yaşadığımız coğrafya için de geçerli değil mi?
Bir yanda Türkiye, sınırın diğer yakasında Suriye...
Türkiye'de, İçanadolu bölgesinde iki Vilayet'e bakakıncada benzer durumlar fark ediliyor.
İkisi de sınır komşusu Kayseri ve Nevşehir.
Kayseri, dünyaya açılmış ticaret merkezi.
Nevşehir, Kapadokya bölgesi. Nevşehir, Gülşehir İlçesini Turizme kazandırmayı başaramamış.
Halbuki, Gülşehir'de müthiş tarihi ve doğal varlıklar var. Aslında bu bölge asıl Kapadokya olarak ifade edilen coğrafyanın merkezi.
Ancak neyazık ki, varlığıyla değer olan doğal varlıklarımızı öne çıkartıp, tanıtıp katma değere dönüştürmekten güçlük çekiyoruz.
Diğer yanda, Gülşehir in ve daha çevrede vaolan diğer kültürel doğal varlıkların Kapadokya kapsamına kazandırılarak bölge genişletilmiş olsa, buna bağlı her şey değişecek, çok yönlü kapasite yükselecek.
İlçelere bakalım, Ürgüp dünya kenti olmuş, Gülşehir'i Kayseri'deki coğu genç insanlar bilmiyorlar.
Evet coğrafya kader değil.
Eğer coğrafya kader olsaydı, Fillandıya, İngiltere, Almanya gibi son derece gelişmiş bir Avrupa ülkesinden insan kalkıp gelip, Irak'ta ki DEAŞ Terör örgütüne katılmazdı.
Diğer yanda, Afkanistan'da, Irak'ta, Pakistan'da insanlar kalkıp, ateşin içinden çıkıp ABD, Türkiye ve Avrupa ülkelerine eğitim ve yaşam amaçlı gelen insanların da var olduğunu biliyoruz. Aslında, bu insanlara büyük saygı duymalı ve onları onurlandırmalıyız.
Yani insan, bireysel ya da toplumsal iradesini, çağdaş medeni dünyanın oluşumuna yönelik doğru kullanırsa ki, gelişmenin önündeki pek çok büyük engel de kendiliğinden kalkmış olur.
Bugün, Türkiye'de gelişmek modernleşmek için büyük çaba sarfediyor, bu dikkat çekici.
Ama, neyi nasıl yapacağını bilemiyor.
5 bin nufuslu bir İlçe'yi de, 16 milyon nufusa sahip bir metropol kenti de aynı Belediyecilik, yerel yönetimler kanunu ile yönetmek istiyor.
5 bin nufuslu İlçe yönetimi de ayda bir kez meçlis toplantı kararları alınarak yönetiliyor.
16 milyon nufuslu metropol kentler de ayda bir toplanan meçlis kararlarıyla sevk ve idare edilmek istenmekte, idare ediliyor.
Katılımcı yönetim, daha geniş konsersyum ve koordinasyon çalışma kültürü, grup çalışması gibi günümüzün olmazsa olmaz demokratik kültürü toplumumuzda gelişmiş değil.
Baştaki seçilen insan istiyor ki her şeyi ben yapım.
Her işin altında benim imzam olsun.
Bir önceki Başkanın yaptığını, bir sonraki gelen yönetici yerlebir ediyor.
Türkiye'de, hükümetlerin yukarıda oluşturduğu yönetim sistemide bu durumudan farklı değil.
Her şey benim iradem altında olsun istiyor,
Her şeye ben hakim olmalıyım düşüncesi, egemen güçü tetikliyor.
Böyle düşününce, merkezi idare asıl yapması gereken işlevini gözden kaçırıyor. Merkezi yönetimin asli görevi kurum ve kurumlar arası denge ve denetim işlevini sağlamak.
Denetm ve denge unsuru gözardı edilince;
Yerel yönetimler, yolsuzluk ve usulsüzlüğün kaynağına dönüşüyor. Bu duruma, yukarıda örnek verdiğim yetersiz yönetmenlik ve yetkiyi karşılamayan kanunlar ve merkezin denetim görevini yerine getirmemeside neden olmaktadır.
Yani, Türkler, yeni değil belki de, yüzyıllardır kedilerini yönetemiyorlar.
Eğer Türkler, doğru yönetiliyor olsaydı;
Dünyanın en modern ve rafah toplumunu yaratmış olmaları gerekirdi.
Oysa ki diğer yanda, Türklerin millet, ulus olma bilincleri insanlık tarihi kadar derin, etkileyici.
Diğer tarafta, alfabelerini oluşturup, lisanlarını geliştirmekten "yoksun" kadar hassas, nazik kalmışlar.
Demek ki bir medeni uygarlık yaratmak için, millet, ulus, bayrak ve toprak sahibi olmak gibi kavramlar yeterli olmuyor.
Yaşadığınız coğrafyada, barışık toplum olmanın argümanlarını ancak, doğru yönetim esasları belirleyerek ve daha çoğulcu temsil edilebilirlik sağlayarak kazanabilirsiniz.
Ulusları vareden halklar, kendi kültlerini siyasallaştırarak, iktidara taşımak devlet yönetimine o kültü hakim kılmak isterlerse, bunun dışında kalan diğer halklar, kendilerinin haklı olarak temsil edilmedikleri kanaati hasıl olur ki; artık, bu düşünce kalıbına barışı sokamazsınız.
İşte, bu ve benzeri aykırılıklar millette gelişmesi gereken, homojen toplum yapısının gelişmesini büyük ölçüde engeller. Önüne gelen cemaat, örgüt, mezhep güç kazanıp, irade sahibi olmak, devlete hükmetmek isteyecektir..
Ya da, " artık bu devlet, rejim muidini doldurdu yıkılmalıdır diye slogan atacak, devleti yıpratıcı söz ve eylemlerde bulunacaktır" bunları yaşıyoruz da. haklı olarak, devlette kendini korumaya anlamak isteyecektir.
Devleti oluşturan irade de, zaman zaman bütün enerjisini bu örgütlenmiş, kendisine irade alanı açmak isteyen gurupları etkisizleştirmek için kullanır.
İşte Şarkta işler böyle yürür. Şu Ortadoğunun durumuna bir bakın! Dünyanın neresinde böylesine çatışma var?
Çatışmanın, ana unsuru yönetimi, rantı paylaşamamak.
Tabiki Türkiye bu ülkelerle kıyaslanamaz...
Türkiye her geçen gün daha da modernleşiyor, brokrasisini, yönetimini sürekli revize ediyor.
Türkiye olarak, yüzümüzü çağdaşlığa, medeniyete döndük..
Ama, şuna inanmalıyız. Başaracağız ve olacak, biz bu işin üstesinden geliriz inancı vazgeçilmezimiz olmalıdır.