Hiç düşündünüz mü acaba: Bütün insanlık tek bir dili konuşsaydı eğer, dünya savaşların ve kavgaların tarihine dönüşür müydü? Sanmıyorum… Bir zamanlar, bu düşünceden olmalı, insanların tek bir dil konuşmalarını sağlamak amacıyla Esperanto diye bir dil icat edilmişti. 19. yüzyıl sonunda Polonyalı bir göz doktoru, insanların birbirleriyle anlaşmalarını kolaylaştırmak için bütün dünyanın tek bir dil konuşmasını umut etmiş ve genellikle Avrupa dilleriyle harmanladığı Esperanto diye yapay bir dil ortaya atmıştı. Gerçekleşseydi belki dünyanın tarihi de değişirdi, ama gerçekleşemedi. Çünkü dil, insanların birbirleriyle anlaşmasını sağlayan doğal bir araçtır, yapaylıktan uzaktır ve yaşayan canlı bir kurumdur. Tarihi süreç içerisinde değişir, gelişir.
Gündeme düşen Osmanlıca da, Esperanto gibi yapay bir dildir. Fakat ikisinin amacı arasında bir zıtlık söz konusudur. Esperanto, bütün insanları birleştirmek isterken, Osmanlıca, Osmanlı saray çevresinde sadece dar bir aristokrat kesime hitap eden sanat ve edebiyatın yazı dili olması hasebiyle ayrışmayı amaçlar. Yani özünde başkalaşma ve seçkincilik vardır. Halktan kopuk Osmanlı yönetici sınıfı ve eğitimli seçkinleri bu dili kullanmışlardır. Osmanlıca, günlük hayatta konuşulan bir dil hiç olmamıştır.
Osmanlıca aslında Türkçenin bozulmuş halidir diyebiliriz. Kullanıldığı dönemde din dili Arapça ile o zamanki kültür dili Farsça kelime ve tamlamalarını Türkçeye eklemleme suretiyle vücut buluyordu. Eğitimli olmanın seçkinlere mahsus, ya da sadece seçkinlerin eğitimli olduğu o devirde eğitimli olmakla Arapça ve Farsça bilmenin doğrudan ilişkisi vardı. Eğitimli seçkinler, basit halktan ayrılmak için Türkçeyi, bildikleri diğer dilleri karıştırarak kullanıyorlardı. Yani günümüzde İngilizce bilenlerin Türkçe konuşmalarındaki gibi, özentiden ibaret bir durumdan başka bir şey değildi.
Türkçeye Arapça ve Farsçadan kelimelerin girişi İslamiyetin kabul edilmesiyle başlıyor. Ancak bu durum 15. yüzyıla kadar makul ölçülerdedir. 13. yüzyıla ait Anadolu Türkçesi metinlerinde de Arapça ve Farsça kelimeler mevcuttur. 15. yüzyıl ortalarına dek kullanılan Türkçe, günümüz konuşma diline oldukça yakın sayılır. Türkçenin bozulmasına ilk tepki, 13. yüzyılda Karamanoğlu Mehmet Bey tarafından gösterilmişti: “Şimden gerü hiç kimesne divanda, dergahda, bergahda ve dahi her yerde Türk dilinden özge söz söylemeye.”
Yine aynı dönemde yaşamış olan hemşerimiz Şeyh Ahmet Gülşehri de Türkçeye değer verilmediğinin kanıtını dizelerinde ortaya koyuyor:
“Mantıkuttayr ki Attar eyledi
Parisice kuş dilini söyledi
Onu Türki suretinde biz dakı
Söyledik Tazi gibi Tanrı hakı
Çün Felekname düzettik şahvar
Parisice tahtu tacu zernigar
Türk dilince dahi Taziden latif
Mantıkuttayr eyledik ona harif
Ben bu Türki defterin çün dürmeyem
Parisicesiyle değüşürmiyem
Çün murassa söylene telifimiz
Kimseden utanmaya tasnifimiz”
Günümüz Türkçesiyle mealen şöyle:
Mantıkuttayr ki Attar yazdı
Farsça kuş dilini söyledi
Onu Türkçe şeklinde biz de
Söyledik Arapça gibi Tanrı sözü
Çünkü Felekname düzenledik şaha yakışacak
Farsça altın yaldızlı taht ve tac
Türk dilince de Arapçadan latif
Mantıkuttayr eyledik ona harf
Ben bu Türkçe defterini dürmeyeyim
Farsçasıyla değiştirmeyeyim
Çünkü süslü söylene eserimiz
Kimseden utanmaya kitabımız
Anlaşılıyor ki o zamanda da Türkçeye değer verilmiyordu. Fakat Karamanoğlu Mehmet Bey, Şeyh Ahmet Gülşehri, Aşık Paşa ve Yunus Emre gibi yönetici ve şairler Türkçenin yaşamasını istiyorlardı. Eğer onların dediği olsa ve Türkçe, Arapça ve Farsçanın boyunduruğu altına girmemiş olsaydı, sonraki dönem olarak bizler Osmanlıyı daha iyi anlayıp okuyabilecektik. Latin harflerine çevrilmiş ağdalı bir Osmanlıca metni kim anlayabilir? Konunun uzmanı olmak gerekir herhalde. Ama 13. yüzyılda yaşamış Yunus Emre’nin bir şiirini anlamak için uzman olmaya gerek var mı?!
Çağdaş ilk Türkçe sözlüğü çıkaran Şemseddin Sami şöyle diyor: “Osmanlı diliyle konuşan kavmin adı Türk ve konuştukları dilin adı da Türkçedir. Halktan bilgisi kıtlara göre ayıp sayılan ve yalnız Anadolu köylülerine bırakılmak istenilen bu ad, bağlı olmakla övünülecek bir büyük milletin ismidir.” O halde bir Türk olarak Türkçeyi baştacı etmeliyiz ve her dönemi kendi şartları içinde baş başa bırakmalıyız.
Sözün kısası; Osmanlıcayı, biz ondan uzaklaştığımızdan değil, Osmanlıcanın bizden, yani Türkçeden uzaklaşmış olmasından dolayı anlayamıyoruz dersek, daha doğru söylemiş olacağız. Ayrıca yanlış bir kanı da Osmanlıca eşittir Arap alfabesi… Arap alfabesinin Farsça ve Türkçe için uyarlanmış biçimi olan bu alfabe, Osmanlıca sanılmaktadır. Halbuki o, Türkçeyi tam olarak yazmaya müsait olmayan bir alfabe idi. Osmanlı döneminde okuma yazma oranının yüzde dokuz gibi kalmasının nedenlerinden biri de Türkçenin gramerine uymayan ve zor öğrenilen bir alfabe olmasından ileri gelmesiydi. Osmanlıda halk belki de alfabesi yüzünden cahil kalmıştı.